Resmi maçlarla mahalle maçlarını ayıran en önemli özellik, “Oyuncuların ve kenar yönetimlerin birbirlerine bağırışlarını duyabilmek ve çevre gürültüsünün (motosiklet sesleri ve kornaların) bu sesleri zaman zaman bastırması”dır.
Geçen sezonlarda seyircisiz oynama cezası aldığımızda basın tribününde maç izlerken hep bu espriyi yapardık aramızda. “Halı saha maçı gibi yahu. Bir tadı yok. Seyircinin tezahüratı olmayınca, biz bile havaya giremiyoruz. Oyuncular nasıl girsin?..”
Corona Ligi’ne dönüşen şu 8 haftanın maçlarını izlerken bu duygulara kapıldım ben de. Zaten cuma ya da pazartesi günü oynanan maçlara TV Ana Haber yayını saatine denk geldiğinden gidemiyorum. Cumartesi ve pazarları da, maalesef pandemi endişesi nedeni ile es geçmek zorunda kalıyorum. Hem kontenjan (her hafta maç yazısı yazmakla görevli arkadaşlarımıza haliyle öncelik tanınıyor) kısıtlı, hem de test filan yaptırmak gerekiyor. O yüzden evde TV’den izlemek zorundayım.
Yayıncı kuruluş bile, sadece oyuncuların ve teknik heyetin birbirlerine (ve hakeme) seslenişlerini izleyiciye yansıtmaktan sıkılmış olsa gerek ki, kumanda düğmesini kullanarak bir seçenek sunuyor bizlere. “Dil” seçeneği ile tribün tezahüratı dinleyebiliyorsun. Tabii, geçmiş maçlardan “konserve” tezahürat. Yine de, biraz olsun havaya sokuyor insanı. Maça bir “suni sos” katıyor.
İşin şakası bir yana, tadı tuzu olmayan bir sezon finali yapıyoruz. Oyuncuların ve ilgili tüm aktörlerin sağlıklarını riske atan, parayı, rantı, yayın gelirlerini, sözleşmeleri, bahisçi kazançlarını insan sağlığının önüne geçiren bir kararla oynanmasına karar verilmiş maçlardan zerre kadar zevk almıyorum. Düşünsenize, BEŞİKTAŞ’ım, rakiplerine 2 haftada tam 8 gol yağdırmış. Maçları izlerken yerimden bile fırladığımı hatırlamıyorum. Gazı kaçmış Cola gibi bir olay.
Tek tek kulüplerden “Corona Pozitif” haberleri geliyor. Oyuncuların (nedense) kimliklerini açıklamıyorlar. Peki, bu çocuklar günlerdir haftalardır “karantina-izole” koşullarda kamp yapmıyorlar mı? Birbirlerine bulaştırmış olamazlar mı? O bulaşmış çocuklar da sahada rakipleri (nakem ve diğer insanlar da dahil) ile yakın temasta, hatta kimi zaman sıfır fiziksel mesafede başkalarına bulaştırmıyorlar mı? Üstelik, bir takımın bir tek oyuncusunun bile Corona nedeni ile maça çıkamıyor olması, haksız bir dezavantaj değil mi? Öyle ya, sakatlık olsa “Kendi sorumluluğu ya da antrenmanda arkadaşının sorumsuzluğu” diyebilirsiniz de… Corona kimseni kendi suçu değil ki. Dünyayı kasıp kavuran böyle bir salgın sırasında futbolu nasıl bunun dışyında tutacaksınız?
Bu maçları oynatmak, bence kesinlikle bir cinayettir. Evet. Cinayet diyorum. Henüz (çok şükür) futbol camiasında kimse ölmemiş olsa da, en azından “taammüt” söz konusudur. Hem milyonlarca, hatta on milyonlarca TL yatırım yapacaksınız oyuncularınıza (bir nevi asset sayılır – ticari bir yatırımdır çünkü) sonra siyasi ve ekonomik kaygılarla alınmış kararlara kurban edeceksiniz. Böyle bir saçmalık olamaz.
Karar alıcıların gücü ne olursa olsun, zaten ciddi ekonomik güçlükler içinde olan spor kulüplerinin bu zararları (hem ticari hem insani) da düşünerek biraz olsun direnmelerini beklerdim doğrusu.
Diyebilirsiniz ki: “Sen işlerin içinde olmadığın için bilmiyorsun arka planda yaşananları… Maçlar oynanmasaydı, uğranacak zararı bir bilsen…” Bunları söyleyenlere tek bir cevabım var: Benim birincil kaygım ve derdim insan hayatı. Gerisini tartışmam bile. O genç insanlardan bir tanesi bile hastalanıp yoğun bakım yatağında, ağzına burnuna aletler takılı, suni solunum cihazında can çekişme durumuna gelse, bunu hiçbir şeyle karşılayamazsınız.
Futbol her ne kadar bir oyun ise de, bu işin bir “oyun” olmadığını, yani insanların hayaları ile oynamaya kimsenin hakkı olmadığını anlamak lazım. Hem, bu işleri bu kadar milyar dolarların döndüğü bir hale getiren de ben değilim ki. İşin içine bu kadar çok parayı, bahsi, trilyon dolarlık bir “business” atmosferini getiren ben miyim?
Benim doğduğum ve büyüdğüm yıllarda Şeref Stadı’nın toprak zemininde de aynı zevki aynı heyecanı tatmıyor muyduk bu işten? Tophrak zeminde ve Şeref Stadı’nın suyu akmaşyan soyunma odalarında, taş tribünlerinde kalaydık diyen yok tabii. Ama bu boyuta getirdikten sonra, en küçük bir aksaklıkta bile uğranacak zatatın boyutlarını da biz yaratmadık. Bu güzelim oyunu bir “endüstri” haline getirenler, ona göre de önlelerini almalıydılar.
Kulupleri bunca borca ben mi soktum? Trilyonları “gider deliklerine” ben mi akıttım? O zaman, bugün “para lazım, maçları oynamazsak gelirlerimizden oluruz” diye ben ağlamayacağım tabii. Oyunculara o kadar büyük pharalar vaadedip şimdi “Oynanmazsa ödeyemeyiz” diye ağlaşmak benim işim değil haliyle.
Mütevazı bütçelerle ama aynı heyecanla oynanacak maçların ve icra ediyecek bir lig organizasyonunun daha uygun olacağını anlatmaya gerek var mı?
Neticede bizler (yani on milyonlarca insanı - dünya çapında milyarları kastediyorum) bundan 50 yıl önce de aynı forma ve aynı armalar için aynı (belki de daha fazla) heyecan ve muhabbeti duymuyor muyduk?
Kısacası.. Ağzımızın tadı fena halde kaçtı.
Zalım Corona… Virüs bulaştığı zaman koku ve tad alma duygusu gidiyormuş diyorlar ya...
Aynen öyleymiş..
Canım “İnönü”deki çimen kokusunu ve damağımızdaki yüreğimizdeki heyecan yok olup gidiverdi.
Tez geri geldiği günleri görmek dileğiyle…
Makale Yorumları
Yorum Yazın
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, pornografik, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.