İçinde yer aldığım ’60 kuşağına bir haller oldu şimdilerde. Geçmişi özlemle anan ancak geleceğe endişeyle bakan insanlar haline geldik. Değerli dostlarımızı, yoldaşlarımızı bir bir yitiriyoruz. İçinde debelenip durduğumuz toplumun her gün biraz daha çöküşüne tanık olmak bizler için öyle pek katlanılabilecek gibi bir yaşam tarzı değil, ama hayat bu. Yaşımıza aldırmaksızın direniyoruz. Çünkü bizden önce giden yoldaşlarımıza sözümüz var.
Geçenlerde Türkiye Gazeteciler Cemiyetinin Basın Müzesi’nde Orhan Duru’nun yağlıboya tablosunu portreler salonundaki yerine eşi Sezer Duru ile birlikte astık. Yağlıboya tabloyu gerçekleştirmek için önceden önemli bir araştırma yapan gazeteci kardeşimiz ressam Faruk Kutlu’ya teşekkürlerimizi ilettik. Duygu yüklü, alçak gönüllü bir törendi. Orhan Duru’nun dostları da elbette bizi yalnız bırakmadılar. Gerçekten hem edebiyatımızın hem gazeteciliğimizin yüz akı yazarlarından biriydi Orhan Duru.
Ama ben bu yazıda Orhan Duru’yu değil Babıali’nin eski günlerindeki dostluk bağlarına vurgu yapmak istiyorum. Orhan Duru, Ferit Edgü ve Yüksel Arslan bir dönemin hiç ayrılmaz üçlüsüydü. Orhan Duru bir yandan Ankara kulislerinde gazeteciliğini sürdürürken bir yandan da en güzel öykülerini de kaleme almaya başlamıştı. Ferit Edgü “Hakkâri’de Bir Mevsim” kitabıyla ün yapmış. Kitabı sonraları bir sinema filmine de dönüştürülmüştü. Yüksel Arslan ise Marksist gelenekten gelen iyi bir ressamdı. Yıllar sonra Yüksel Arslan Paris’e yerleşti. Orhan Duru İstanbul’a geldi. İyi ki geldi. Ben de bu dağarı bilgi dolu güzel insanı tanımak, dostluk etmek şansına kavuştum.
Bu üçlü mesafeler değişse de hiç birbirlerinden ayrılmadılar. Dostluk bağları öylesine güçlüydü ki günümüzün çarpık yaşam biçiminde bu bağı okura aktarabilmek hemen hemen olanaksız. Orhan Duru Cumhuriyet, Milliyet, Güneş ve Hürriyet gazetelerinde çalıştı. Hemen tüm basın emekçileri onu kendilerini koruyan, kollayan bir ağabey bellediler. Hep iyi bir yönetici oldu. Çevresinde sevildi, sayıldı ama o alçak gönüllülüğünü de hiçbir zaman elden bırakmadı. Onu çok özleyeceğiz.
Orhan Duru daha yazacağı öykülerini, tiyatro oyunlarını, çevirilerini tamamlayamadan 25 Ocak 2009’da aramızdan ayrılıverdi. Hastalığı süresince Ferit Edgü de yakın arkadaşını yalnız bırakmadı. Hastalığının ağırlaştığı dönemde hastanede Ferit Edgü’ye bir yazı verdi Orhan Duru. Bu yazıya bir tür vasiyet diyebiliriz. Yazı şöyleydi:
“Yaşarken, kâğıt parçalarına bir şeyler yazar, bunları bir kutunun içine atardım. Bu kutuyu, ölmeden önce Burak’a (asistanı) vermiştim. Kutuyu ondan iste ve o kâğıt parçalarını, niyet çeker gibi, kutudan bir bir al. Beğendiklerini sağ yanına koy. Sol yanındakileri yeniden kutuya at, dursunlar. Sağ yanındakileri bir düzene sok (ya da sokma). Dilediğin sözcüğü ekle, dilediğini çıkar. Sonra bunları Bir kitapta topla. Yayımla. Böylece, öldükten sonra bir kitap yazmış olayım. Anlayan anlasın. Anlamayan Ankara’ya gitsin. (O.D.)”
Ferit Edgü can dostunun bu isteğini ölümünden sonra gerçekleştirecek ve “ORHAN DURU ÖLMEDEN ÖNCE/ÖLDÜKTEN SONRA” başlığıyla Orhan Duru için bir kitap yayımlayacaktı. Kitap Orhan Duru’yu iyi tanıyanlar için bile sürprizlerle doluydu. Örneğin Orhan Duru’nun iyi bir hikayeci olduğunu bilirdim ama böylesine renkli aforizmalar da yazdığını bilmezdim.
Yazımı bitirirken okurları Edgü’nün kitabından alıntıladığım kimi Orhan Duru aforizmalarıyla baş başa bırakıyorum.
“Kimseye tapmıyorum (Zaten böyle bir yeteneğim de yok)
Bu ülkede “Doğrucu Davut”luk sökmez.
Unutma ki, topluma karşı, Devlet’e karşı, Diyanet’e
karşı hiçbir sorumluluğun yok; tüm sorumluluğun (varsa eğer) kendine karşı,
Kendine karşı. Kendine karşı. Kendine karşı.
Yaşamım boyunca kimseyi kullanmadım.
(İstesem de yapamazdım bunu.)
Ama biliyorum, beni çok kullandılar.
(Bu da benim günahım olmasa gerek.)
Sürekli soru sorarak yaşanmaz.
Zaten bu yüzden ölüyorum.
Unutma sevgili Edgü, aslolan acı çekmek değil
acıyı sollamaktır.
Benim gülerek, eğlenerek yazdığımı sanıyorlar.
Bilseler ki…
Gazetecilik bir bitki biti gibidir.
Yeteneğini kemirir, yer haberin olmaz.
Zaman çok uzun
Yıllar çok kısa.
Arslan, benim yazdıklarımı çok seviyormuş
(telefonda öyle dedi).
Ben de onun resimlerini çok seviyorum.
Edgü ise, hem benim yazdıklarımı, hem onun
Çizdiklerini çok seviyor.
Her zamanki gibi, kârlı çıkan o.
Çehov hekim değil de benim gibi baytar olsaydı
O öyküleri yazabilir miydi?
Tabii bunun tersi de var: Ben baytar değil de, Çehov
Gibi hekim olsaydım, o öyküleri yazabilir miydim?
Her kuşun bir kafesi var."
Makale Yorumları
Yorum Yazın
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, pornografik, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.